Biyolog ve yazar Buket Uzuner’le yakında yayımlayacağı Tabiat Dörtlemesi’nin sonuncu kitabı Ateş’ten hareketle Antroposenin tabiat yazını üzerine etkilerini ve ekofeminizmi konuştuk.
Utku Perktaş: Antroposenin, yani insan çağının doğaya getirdiği en önemli maliyetlerden biri nüfus artışına bağlı olarak insanın çevreye verdiği tahribat. Dünyanın taşıma kapasitesinin sınırlarını artık öyle zorluyoruz ki yaşadığımız gezegendeki biyoçeşitlilik bu yükün altında eziliyor ve sonuçta karşımıza krizler çıkıyor. “Biyoçeşitlilik krizi” ve “iklim krizi” bugün deneyimlediğimiz en önemli iki kriz. Her iki kriz insanı ve insanın bulunduğu çevreyi etkiliyor. Krizler doğayla ilgili yazınları da şekillendiriyor. Antroposenin tabiat yazını üzerine etkilerini yazar Buket Uzuner ile konuştuk. Buket Uzuner önemli bir yazar ve biyolog. Kendisiyle bölümdaşız, o da Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü mezunu. Buket Uzuner aynı zamanda en eski Açık Radyo dinleyicilerinden ve destekçilerinden, bu durumu gururlanarak belirtiyor ve aynı zamanda da bu durumu ileri götürdüğünü söylüyor.
Buket Uzuner: Yazmakta olduğum Ateş romanımın ilk bölümündeki genç çevreci Açık Radyo dinliyor, roman öyle başlıyor ve Açık Radyo’daki bir yangın haberiyle açılıyor konu. İklim için gençlik grubu var, biliyorsunuz, bu kuşaktan arkadaşlarımın da romanda bizzat isimleri geçecek.
U.P.: Ateş romanı ne zaman yayımlanacak?
B.U: Son zamanlarda bana çok fazla sorulan bir soru. Bu sene sonuna yetişeceğini düşünüyorum. Roman böyle bir tez gibi tarihi verilerek bitirilen bir çalışma değil. Bir de ben çok kolay yazamıyorum. Bazı edebiyatçılar yılda bir roman yazabiliyorlar. Benim üç ya da dört yıldan önce bitmiş bir romanım yok. Umuyorum bu yıl sonunda raflarda olur.”
Buket Uzuner’in kaleme aldığı Tabiat Dörtlemesi
“Edebiyatta ve sanatta tabiat her zaman baş köşede”
U.P.: Antroposenin tabiat yazını üzerine etkileri neler?
B.U.: Aslında Antroposen denen insanın yön verdiği jeolojik çağa girmemizden önce de tabiat edebiyatı çok etkileyen bir şeydi. Bütün sanatlar tabiatı taklitle, tabiattan simgelerle şekillenmiş, mitolojiden başlayarak bunları görüyoruz. Ben de tabiatsız sanatın olmayacağını düşünenlerdenim. Çünkü insanın hem hayranlık hem de korku duyduğu, bir türlü başa çıkamadığı bir şey tabiat, aslında bütün mesele de “başa çıkmak” konusuyla ilgili. Tabiatla beraber yaşamayı düşündüğü dönemlerde tabiatla insan ilişkisi çok daha iyi giderken, bu durum özellikle sanayi devriminden sonra tabiatın efendisi olmaya soyunularak değişiyor. Zaten monoteizm, yani tek tanrılı dinler söz konusu olduğunda da, “Sen tabiatın efendisisin, dünyayı senin için yarattık” diyor kutsal kitaplar. Oradan itibaren insanın tabiatla ilişkisinde bir dönüşüm başlıyor ve insan tabiatın efendisi rolüne soyunuyor. Bu endüstri çağında daha da artıyor. İnsan tabiatı tamamen mal olarak görmeye başlıyor, alınıp satılan toprak parçası, hava, su… Suyu da satıyoruz mesela, benim babaannem zamanında -kendisi iyi ki o suyun şişelerde parayla satıldığını görmeden öldü, çünkü buna katlanamazdı- su o kadar insana, canlıya ait bir şeydi ki… Mesela çeşmelerden su içen Osmanlı’daki insanlar böyleydi. Kırılma nüfusun artmasıyla ve insanın tabiatın efendisi olduğunu sanmasıyla başlıyor. Bu yüzden tabiat her zaman edebiyatta ve sanatta baş köşede. Eskiden tabiat yazını deniyordu buna. Tabiatla ilişkili tarım ve gıda üzerinden anlatılar yavaş yavaş mitolojik anlatılara giriyor. Mesela Gılgamış Destanı’nda Sümerlerin, Nuh’un başına gelenler… Bizde de tabiat yazını söz konusu olduğunda çok az tanınan Hikmet Birand’dan bahsetmeyi çok seviyorum, bir borç biliyorum. Hikmet Birand ismini ben de 10 - 15 yıl öncesine kadar bilmiyordum. Çok utanıyorum, çünkü çok değerli biri. Cumhuriyet kuşaklarının, daha doğrusu Atatürk’ün yurt dışına, batı üniversitelerine yolladığı zeki gençlerden. Bonn’da botanik doktorası yapıyor. Ankara Üniversitesi’nde botanik anabilim dalını kuruyor. Bitki sosyolojisi alanını açıyor. Çok önemli işler yapıyor. Benim için en önemlisi 1957 ve 1972’de yazdığı kitaplar. Anadolu Manzaraları ve Alıç Ağacı ile Sohbetler. Ankara’da, Dikmen’de bir alıç ağacıyla sohbet ediyor. Bilenler bilir. İnsan dışı canlı diyoruz tabiattaki diğer canlılara. İnsan dışı canlılarla diyaloğa girdiğinizde, onlarla konuşmaya başladığınızda o edebiyat oluyor aslında. Fakat konuşmaları sadece estetik ya da insan sorunlarıyla ilgili değil, toprakla, bir ağacın ihtiyaçlarıyla ilgili de konuşuyor. Bu kitap şimdi İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı. Lütfen kütüphanenizde bulunsun. Herkes Hikmet Birand gibi gurur duyacağımız, 1950’li yıllarda bunları akıl etmiş, yazmış bir değerimiz olduğunu bilsin istiyorum.
U.P.: Hikmet Birand yazımı çok kuvvetli bir kişi. Özellikle Alıç Ağacı ile Sohbetler kitabından bunu çok iyi anlıyoruz.
B.U.: Hikmet Birand’ın bir akademisyen tadı var. Bana ağır gelmiyor. Ama salt edebiyat okuru için biraz ağdalı olabilir.
Akademisyen, botanikçi ve yazar Hikmet Ahmet Birand, (1904 - 1972)
Eğer Hikmet Birand’ı ağdalı buluyorsanız o zaman Yaşar Kemal’e dönebilirsiniz. Yaşar Kemal yazmaya röportajlarla başlamış. Yaşar Kemal ekonomik nedenlerle okul görmediği için halk ozanı ağzıyla yazdığı romanları akıcı ve röportaj tadındadır. Çok önemli kitaplarından biri Deniz Küstü mesela. Marmara’daki müsilaj olayıyla ilgili bir gazete benden yazı istemişti. Ben de baktım, gördüm ki biyoloji alanında uzmanlar o kadar çok yazı yazmış ki, benim zaten haddim değil, ben artık bir biyolog olarak sahada değilim. Ama Yaşar Kemal’in Deniz Küstü romanını, 1970’li yıllarda Marmara Denizi’ni nasıl yok ettiğimizi, özellikle yunusları yağı için katliama uğratarak yok ettiğimizi, balıkları mahvettiğimizi anlatmaya çalıştım. O kitaptan yola çıkarak müsilaja Deniz Küstü başlığını yakıştırmıştım. Halikarnas Balıkçısı’nın da Aganta Burina Burinata isimli bir kitabı vardır. Sait Faik’in bütün öyküleri tabiatla ilgilidir. Necati Cumalı’nın filmi de yapılan Susuz Yaz romanı bizim edebiyatımızdaki ilk iklim-kurgu örneklerindendir. Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar’ını da sayabiliriz. Benim kuşağımdan Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları vardır. Hatta belki benim ilk romanım İki Yeşil Su Samuru da bir yanıyla bu alana girer, çünkü oradaki yeşil, Yeşiller Partisi’le ilgilidir ve 1990’larda yazdığıma göre o zamanki Yeşiller Partisi ve onların nesillerinin de romanın içinde ufak ufak tartışılmaya başlandığı 1990’larda Türkiye’de de söz ediliyor. Aslında şu anda da Türkiye’de bir Yeşiller Partisi var fakat kurulmasıyla ilgili bir sıkıntı var. Ben Antroposenin karbonsuz ekonomiyi planlayan siyasetçilerin çağı olacağını düşünüyorum. Bu nedenle Yeşiller Partisi’nin olması çok önemli. Şu anda bir erken seçimden söz ediliyor ama çevreyle ilgili sorunlardan bahseden bir iki parti dışında hiç kimse yok maalesef.
U.P.: Bütün problemleri çevreyle ilgili sorunlar üzerine yaşadığımız bu dönemde yaşadığımız pandemi de Antroposenin bize maliyeti.
B.U.: Bu gibi problemler küçük sorunlar gibi algılanıyor. Bugün aşıyı reddedenler iklim krizini de reddediyorlar. Bu tür problemlerle mücadelede gençleri eğitmek körü körüne bu tür fikirleri savunan insanları eğitmekten çok daha önemli.
U.P.: Bu dönemde yaşadıklarımız dikkate alındığında gezegenin geleceği için genç kuşaklara bilinç aşılamanın ben de çok önemli olduğuna inanıyorum. Bu dönemin en büyük ironilerinden biri de evrime karşı olan birçok haber kanalının pandemiyle ilgili evrimi destekler nitelikte mutasyon haberleri yapıyor olması.
Stuart Sutherland’ın İrrasyonel kitabından bir alıntı yapmak istiyorum; “Rasyonel olanı kabul etmek irrasyonel olanı kabul etmekten çok daha zordur.” Gerçek dışı şeylere olan inancımız her zaman çok daha belirgin ve açıklayamayacağımız bir çok şeye çok daha kolay inanıyoruz. Antroposenden hakikat ötesi çağa doğru adımlar olarak görüyorum bunları.
“Bize hep erkeklerin hikâyeleri anlatılmış. Kadınlar hakkında pek bir şey bilmiyoruz”
U.P.: Sizin Su, Toprak, Hava ve yeni çıkacak olan Ateş romanlarınızda ekofeminist bir okuma deneyimi de yaşanıyor. Nedir ekofeminizm?
B.U.: Bu ismi aslında akademisyenler koydular. Ben bir ekofeminizm ya da iklim-kurgu romanı yazayım diye oturmadım masa başına. Ama bu romanlar çıktıkça, özellikle de Hacettepe Üniversitesi’nin çok değerli akademisyenlerinden Serpil Oppermann ve Ufuk Özdağ benim de bu türleri öğrenmeme yol açtılar, bu 2010’ların başında oldu. Ben de tabi ne yapıyorum diye incelemeye başladım. Kadının insan hakları olduğunu savunmak benim için doğal bir şey. Erkek yazar olsaydım da bunu yapardım. Çünkü benim anladığım edebiyatçı dünyayı bir bütün olarak görür. Ekofeminizm aslında feminizmin bir yan alanı, çevreciliği kadın, dünya ve tabiat arasındaki ilişkiyi öne çıkararak inceliyor. Ama bir yandan da kadının doğurganlığı ile tabiatın doğurganlığı bir arada fakat bunun kadına bir dezavantaj olarak geldiğinin altını çizerek anlatıyor. Mesela, “doğurduğun için şunları yapamazsın, buna katılamazsın” görüşünün tam tersi. Bu kadar üretken olmasına rağmen bunlar da yapabilir anlayışıyla ortaya çıkıyor ve bu alanda bir yığın, özellikle de Fransız yazarların listeleri var. Bugün tüm yabancı dillerde toprağın “ana” olarak anılması ve ilk eczacıların Türkçe’de otacı deniyor, ilacın ottan yapıldığı anlamına geliyor-, tıpçıların kadın olmasından bahsedilmiyor. Aynı zamanda ilk hikâyeciler de kadınlardır, hikâyenin de bir tedavi unsuru olduğuna, psikologlar ve psikiyatristler kesin gözüyle bakıyorlar. Nasıl biz biyolojide kendimizi “homo sapiens” olarak tanımlıyorsak, sosyolojide de “homo narrans” olarak tanımlanıyoruz. Hikâye anlatabilen, hikâye dinleyebilen canlıyız yani. Bildiğimiz kadarıyla bizden başka böyle bir canlı yok gezegende. Bu nedenle ilk hikâyecilerin “Dede Korkut” yerine “Nine Korkut” olduğunu düşünüyorum. Çünkü tarihi de, siyaseti de, bilimi de hep erkekler düzenlemiş. Mesela dünyada kadınların kurduğu, kadın ihtiyacına yönelik düşünülmüş, planlanmış tek bir şehir yok. Bütün krallar, din insanları, hangi dinden olursa olsun hep erkek. Bu nedenle bize hep erkeklerin hikâyeleri anlatılmış. Kadınlar hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Ekofeminizmin tabiat ile kadın arasındaki ilişkiyi anlatırken aslında feminizmin de bir dalı olduğunu unutmamamız lazım. Belki konuyla çok ilgili değil ama dörtlememdeki Hava romanı Kayseri’de geçiyor. Nükleer santrallerle ilgili bir roman. Bu dört romanın kadın kahramanı Defne Kaman nükleer santrallerin artık dünyada kapanmak üzere olduğunu, onun için Türkiye’ye bir nükleer santral kurulmasının yanlış olduğunu yazdığı makalesi yüzünden mahkemeye verilmiş ve işinden atılmış bir gazeteci. Mahkemesini Kayseri’ye koydum özellikle, çünkü Kayseri’de su ile şifa dağıtan Anadolu’daki ilk şifahaneyi kuran Selçuklu prensesi Gevher Nesibe’den bahsetmek istedim. Onun tarihte anlatılan hikayesinin öyle olmayabileceğini ve ilk defa bir kadın tarafından yazılmış bir karşı tarih denemesi yaptım. Bu aslında feminist bir tarih anlayışı ve tarihin kadınlar tarafından yazıldığında nasıl olacağına dair alternatif bir tarih okuyuşu aynı zamanda.
U.P.: Lisans sonrası çalışmalarınızı halk ve çevre sağlığı üzerine yaptınız. Bu çalışmalarınız romanlarınızı etkiliyor mu? Antroposen bakış açınızı nasıl etkiledi?
B.U.: Kesinlikle etkiliyor. Yani, ilk gençlik çağında hangi alanda eğitim alıyorsanız, bu illa bir eğitim de olmayabilir, ailede hangi alanla ilgiliyseniz, bu hayatınızı etkiliyor. Ben önce Norveç’te Bergen Üniversitesi’nde mikrobiyal ekoloji alanında yüksek lisans eğitimine girdim. Orada ekstrem canlılarla, çöllerde ve buzullardaki ekolojik yapılarla ilgili çalıştım. Daha sonra Michigan Üniversitesi’nde halk ve çevre sağlığı bölümüne gittim. Orada sadece biyologlar değil, diş hekimleri, tıpçılar ve kimyacılar hep birlikte çevre ve toplum sağlığı üzerine çalışıyorduk. Böylece çevre sağlığının toplum sağlığını ne kadar etkilediğini görmüş olduk. Mesela, çalıştığımız bir alanda beni çok etkileyen bir şey anlatayım. Çocuklarının dişlerinde çok çürük görülen bir kasabada musluk sularına daha fazla flor eklediklerinde kanser vakaları artmış. Oradaki çalışmada çok düşük bir miktarın bile insan hayatını, kasabada hayatını ne kadar etkilediğini görüyorsunuz. Bilimin ne kadar önemli olduğunu bu pandemide de gördük ki Papa bile “gelin size cennetten arsa vereyim” demedi, o da gitti aşısını oldu. Bütün din insanları bilimin ışık saçan en önemli koruyucu olduğunu kabul etti. Çevre sağlığı zihin sağlığını da toplum sağlığını da yanında getiriyor. Bu nedenle biyoloji aslında ana okullarında ekolojiden başlayarak verilmeli bence. Az önce bahsettiğim iklim değişikliği için gençlik grubu, Ela ve Atlas da Açık Radyo’da program yapıyorlar, onlar da ana okullarına bu konuların ders olarak konması için çalışma yapıyorlar. Bu benim 20 yıldır söylediğim bir şey. Bu yapılırsa bugün içine düştüğümüz kısır döngü de biraz açılacaktır. Karbonsuz ekonomiye değer veren, bunu programına alan hükümetler için çalışmamız gerekiyor.
U.P.: Biyolog ve yazar kimliğinizi birlikte düşündüğümüzde Antroposenin bize getirdiği maliyetlerin karşılığı biyoçeşitlilik ve iklim krizleri. Bunları nasıl değerlendirirsiniz?
“İnsan felaket yaşamadan ders alabilen bir canlı değil”
B.U.: Her şeyin insana bağlı olduğunu düşünüyorum. Yuval Noah Harari de bunu söylüyor. İnsandan başka kimse bunu çözemeyecek. Ne kadar çok insana ulaşabilirsek, ne yolla ulaşabilirsek kârdır. İnsanlar bir araya gelerek buna dur diyecek. Bir de Paul Ehrlich’den bahsetmek istiyorum. Bizim kuşağımızda çok popüler bir isimdi. İstatistiğin ve biyoistatistiğin ne kadar önemli olduğunu bana şahsen öğretmiş kişilerden biridir, önceleri küçümsediğim bir şeydi. Evet, içinde olduğumuz krizler nüfusla çok ilgili, çünkü kaynaklar azalıyor. Tarımın şekli değişebilir. Bütün mesele insanın bunların farkında olması ve bunlara ikna olmasıyla ilgili. Ama insan felaket yaşamadan ders alabilen bir canlı değil. O yüzden belki de bu yaşadığımız felaketler, eğer bundan sağ salim çıkabilirsek hepimize iyi bir ders olacak diye düşünüyorum.
U.P.: Size katılsam da çok ders alabilen bir canlı olduğumuzu düşünmüyorum. İçinden geçtiğimiz ve hemen hemen bitti dediğimiz bu pandeminin benzeri durumlarını tarihte yaşadık. Ancak sebepleri doğru değerlendiremediğimiz için geldiğimiz nokta yine aynı.
“Yazar okurunu seçmiyor, okur yazarını seçiyor”
B.U.: Burada belki yine başladığımız yerden, “edebiyattaki durum nedir?” sorusuyla, eko-kritisizm veya iklim kurgu ne yapabilir sorusundan hareketle dünya edebiyatında akademik anlamda çok tanınan bir eko-kritik eleştirmen Scott Slovic’ten bahsetmek istiyorum. Onun iklim kriziyle, edebiyatçıların sorumluluk almasıyla ilgili bir cümlesi var, beni çok etkiliyor. Şöyle diyor, “Bu iklim krizi günlerinde edebiyatın, zeki olup da dünyanın başına gelenlerle ilgilenmeyen, sorumsuz eleştirmenler eğlensin diye yaratılmış entelektüel bir oyuncaktan daha fazlası olduğunu her zamankinden fazla düşünüyorum.” ve devam ediyor, “Bir çalışma olarak edebiyat ve edebiyatın kendisi en temel düzeyde insanın değerleri ve davranışlarıyla ilgilidir.” Yani “edebiyatçının bir sorumluluğu var” diyor. Bu cümle ilk başta bana itici geldi. Çünkü benim ilk gençlik yıllarımda sadece sağcı ve solcu olmak gibi, ortası olamazmış gibi... Ya da bu kadar uçlarda olmanız gerektiği düşünülüyordu. Ben de solcu bir öğrenciydim. Edebiyatla ve sanatla ilgili bizim düşüncemizin şu olması gerekiyordu: “Sanat toplum içindir.” Ve ben buna gönülden katılıyordum. Fakat 30 yıldır yazan ve yazarak geçimini sağlayan birisi olarak şunu gördüm ki böyle bir şey yok. Yazar kendisi için yazıyor. Hepimizin kendi arızaları, sancıları, çocukluk travmaları var. Hiç birimizin annesi babası mükemmel değil, biz de anneler ve babalar olarak mükemmel değiliz. İşte hepimiz o travmalar nedeniyle kendimizi iyileştirmek için yazıyoruz. Ama burada Scott Slovich’in söylediği şeye sonradan bu noktada makas değiştirerek gelebiliyorum. Örneğin benim travmalarımdan birisi tabiatla ilgili insanın kayıtsızlığı. İnsanın şüpheci olmadan önüne konan her şeyi kabul etmesi, insanın kendini tabiatın efendisi zannetmesi benim problemim. O yüzden ben kendim için yazarken aslında bunları yazdığım için bir toplumsal sorumluluk da taşımış oluyorum. Fakat, gerçekten söylüyorum, bizi dinleyen ve yazar olmak isteyen gençler varsa, yazmak, edebiyat, toplum için değil, kendiniz için yaptığınız bir şey. Kendinizi iyileştirirken aynı sıkıntıdan, aynı rahatsızlıklardan şikayet edenleri de yararlandırıyorsunuz, tıpkı bir ilacı keşfedip yan etkisinden başkalarını da yararlandırmak gibi... O yüzden yazar okurunu seçmiyor, okur yazarını seçiyor. Kendine benzeyen, sıkıntıları ya da hevesleri ya da hayalleri olan yazarları seçiyor.
U.P.: Çok bilgi verici, keyifli bir söyleşi oldu. İklim-kurgu edebiyatı, içinde olduğumuz kriz çağında bize edebiyatın entelektüel bir alandan daha fazlası olduğunu gösteriyor. Burada Gündüz Vassaf ile yaptığımız söyleşiye atıfla Gündüz Bey’in şu sözünü tekrar hatırlatmak istiyorum: “Eğer yeni diller oluşturamaz, bir arının gözünden kendimize bakmayı düşünemezsek, kendimizi tekrarlıyor olacağız. Böylece ekseni insandan başka canlılara, daha büyük bir evrene götüremeyeceğiz.” Sanıyorum iklim-kurgu edebiyatı tabiata farklı pencerelerden bakmamızı sağlayan ve yeni diller oluşturmamıza yardımcı olan bir alan gibi algılanabilir ve bizlere “ne yapabilirim?” sorsunu sordurarak bireysel anlamda sorumluluk almamızı sağlayabilir.